Bomboş bir gün. Güneş bile sıkkın, tatsız ve bulunmak için bulunuyor sanki, hani görev icabı. Kendisini oradan oraya taşıyan Mısır halkına binlerce yıl önce verilmiş bir sözün erliği peşinde. Gökyüzünün de neşesi pek yok. Boğaz’a çökmüş, nefesim tıkanıyor. Direklerde gururla dalgalanmayı bekleyen sevdalılarının ise kalbi kırık.
Peki ben? Ben bunaltıcı havayı ciğerlerime sigara gibi çekiyor ve gözlerim yaşarıncaya kadar güneşe bakıyorum. Canım acıyor, içerlerde bir yerde. Tam şurası diyemiyorum. Bazen göğsüme yapışan bir çamur, ciğerlerime geçiyor zehir gibi, ve her nefes kirli artık. Bazen de midemi çekip çıkarmak ve sebep olduğu bunca acının intikamını almak istiyorum. Yine de, ne göğsüm ne de midem, beynim kadar acıtıyor beni.
Adını çaresizlik koydum bu duygunun. Çaresizliğin pek çok tahayyülü vardır sizde, hatta hepiniz farklı deneyimlemiş ve bambaşka şeylere çaresizlik demişsinizdir belki. Yine de hepimiz çaresizliği yaşadık. Mesela geçen gün. Gece geç vakitte taksiye bindiğimde, önce tek başıma ve sarhoş binmenin endişesinden ayıldım. Sonra da, gece o saatte sokakta tek başıma kalmadığım için kurtarılmış hissetmekten biraz daha ayıldım.
Çaresizlik sanki biraz ikircikli bir şey. Aldığın bir riskin endişesinde de boğulabilirsin, mutlu hissettiğin bir anın trajedisinde de kavrulabilirsin. Ve hep aynı sorunun yanıtına bel bağlar çaresizler: nasıl düzelecek?
Eğer John Locke haklıysa, boku yedim. Benim levham delik deşik, yanlış yamanmış bir kumaş gibi. Ipini çeken söküyor, ipini çeken söküyor. Kabuslarımda deli gibi parlayan güneş solduruyor renklerimi. Beni siyaha boyamak isteyenlerden koruyor kendince. Iri dalgalar bozuyor dengemi, desenlerimi karalamak isteyenlerden koruyor kendince. Ve ben, benim için nefrete karşı verilen mücadeleden onarılmaz yaralar alarak bir düşüyor bir kalkıyorum.