Adın neydi sahi senin? Sormadım değil mi? Dansından büyülenmiştim. Adını sormak gibi bir klişeyle devam etmek istemedim yalnızca. Hem sonra, adlarımızın ne önemi var ki? Seninle çoktan dalmıştık derinlere, isimler yüzeydeki bir yansımadan ibaret sadece. O da bazıları için hala tartışmalı zaten. Ben öyle düşünmüyorum. İsimlerimizin tınısıyla büyüyoruz. Şaşkınlığı, hayranlığı isimlerimiz üzerinden hissediyor, sevgiyi onlarla duyuyoruz. Pelin.. Seni seviyorum.. Böyle bir bağlamda, isimlerimiz nasıl bizi etkilemesin? Benden, senden, ondan ayırıyor isimler. Pelin oluveriyorum ve Pelin’in tınısında büyüyorum işte.
İtiraf etmem gerekirse, adını zaten merak etmemiştim. Sana fazla kapıldığımı düşündüğüm için, seninle ilişkimi sıradanlaştırmak için sordum ismini. Zaten birkaç defa da tekarlaman gerekti anlayabilmem için. Zor bir ismin olduğu için değil üstelik, sana nasıl kapılmışsam, ismin zaten turladığım rengarenk bahçenin derme çatma kapısıydı. İsmini bilmeden kucakladım sen, ismini bilmeden dayadım kendimi. Aslına bakarsan, isminden daha fazlasını duydum sende. İsminin altındaki seninle tanıştım bile. İsmin yalnızca süslü bir mimariydi ve ben çoktan Mimar Sinan’ın olmuştum ki.
İsmini öğrendikten sonra, sana uyduğunu fark ettim. İsmin kadar sade ama zengin birisin. Sanki çirkin mevsimin beyaza büründüğü masalsı romanların karakterlerinden birisin. Tezatlığın içindeki harmoni gibisin. Zorlandığım bütün harfler isminde dizili. Yine de çekinmeden söyleceğim kadar şefkatlisin. Rachmaninov’un en sevdiğim parçasında büyüyor ismin. İnişler, çıkışlar. Bir macera gibi ismin. İsmini tekrar tekrar söylemek isterim.