Midemde fokur fokur kaynayan asidin boğazımda yarattığı acı tatla uyandım sabah. Geceden beri geçmediği gibi REM uykumu da rahat bırakmamış, türlü kabuslarla beynime de huzursuzluğunu aktarmıştı. Gün doğarken de mahalle müezzininin yanık sesi henüz kuşları ağırlamaya başlamamış boş ufukta yankılanırken, yataktan kalktım. Her yerim ağrı içinde, vajinama yapışmış külotumu düzelterek banyoya gittim. Bunca sağlık sıkıntısının içine bir de külotumun pervasızlığı hiç hoş değildi. Mutlak bir tatsızlıkla, daha bir gün önce tırnağına oje sürdüğüm işaret parmağımı çok düşünmeden boğazıma soktum.
Öpüşürken midemin bulandığı partnerlerim olmuştu. Bazılarına partnerim demek kendime haksızlık olur aslında. Bunlardan birisi Asya’nın en iyi öpüşen genci olduğu konusuna diretmişti. Yersiz özgüveni, henüz öpüşmeden de yeterince rahatsız ediciydi. Ah peki W.’ye ne demeli? W. kendi tükürüğünü paylaşmak konusunda oldukça cömertti. Kötü öpüştüğümü söylemişti. Bu iltifatın dilini endoskopi aleti gibi kullanan birisinden gelmesi gururumu okşamıştı. Ojeli işaret parmağımın da W.’den geri kalır yanı yoktu ama yine de performansı hala yetersizdi. W.’den belki de erken ayrıldım, bugünü de geçirseydik en azından ve midem bir huzura kavuşsaydı, bana en azından son bir iyiliği dokunmuş olurdu. Eski partnerlerimin bu alt kümesini düşünmek yeterli olmuş olacak ki, aniden, ööööggh!
….
Boş midem hala bulanmaya devam ediyor. Günler geçti, midemdeki sancı geçmedi. Ne diyeceğim? Var ya, bu his gittikçe tanıdık gelmeye başladı. Yıllar önce, bir direniş günüydü yine (direnmediğimiz bir gün var mı diye soracaksınız, özellikle de ‘öteki’ isek..). Kızılay’ın daimisi olmuştum. Güneşin gidişinden medet umanlar, tekinsiz ve hayırsız anonslarıyla kalplere endişe düşürme peşindeydiler. İlk defa o gün, anlayamadığım bir acı hissettim. Sanki bir kelebeği hapsetmiştim mideme. Can hıraş çırpınıyor da çırpınıyordu. Ne su ne de gevrek Ankara simidi ona huzur veriyordu. Sağa sola çılgınlar gibi uçuyor, her seferinde tenime çarpıyordu. Defalarca sırılsıklam aşık oldum, midedeki kelebekleri iyi tanırım. Bu seferki bilmediğim bir türdü.
Anonsların ritmi arttı insanların yüzündeki gülümseme ciddi ve kararlı bir ifade aldı.
Kelebeklerim iyice zıvanadan çıktı.
Arkadaşıma dönüp baktım, elini omzuma koydu, “İyi misin?” dedi.
“Kelebekler..” demekle yetindim.
“Astımım var, gidelim mi buradan.” dedi.
Puff! Kelebeklerim uçtu gitti. Meğerse korkuyormuşum…
….
Cesaret korkusuzluk sanardım önceleri, oysa kendimi kandırıyormuşum. Korkunun ne olduğunu bilmeden önce, cesur değil ahmak ve hayalperestmişim.
O günden beri hep korkuyorum. Issız bir sokakta yürürken ya da hak mücadelesi verirken mesela. Haberleri izlediğim günlerde, kabuslarımda bile korkuyorum. Yine de her güne uyanıp güneşe bakıyorum.
Fakat güçle zehirlenmiş eller, nefret dolu öfkeli zihinlere karşı çaresizim. Onları anlamaktan korkuyorum bu kez de. Onların karanlığına çekilmekten, karanlıklarında kelepçelenmekten korkuyorum. Yine de, gölgesine rağmen, kafamı kaldırıp güneşe baktığım için cesaretle meydan okuyorum.