Böyle zamanlarda aklıma akşamüstü güneşinin ısıttığı, Vltava’nın taşıdığı haylaz rüzgarının etrafta fark ettirmeden koşuştuğu bir Prag geliyor. Dvorak heykeliyle karşılıklı oturmuşum Filarmoni orkestrasının eski ve sade taş binasının merdivenlerinde. Kaykaycılar da metronomun oradan gelmişler buraya. Prag’ın emektar dilencileri de köşe başlarından ayrılıp buluşmuşlar karşıdaki bankta. Çekirdek çitliyorlar.
Üzerimde tiril tiril, tül gibi bir elbise. 70’ler turuncusu, ufak çiçek desenli. Dizlerimin hemen üstünde bitiyor gizemi. Biri üflese açılıveriyor eteklerim. Memelerim diri. Basamaklara dayadığım, bedenimin bütün ağırlığını taşıyan emektar dirseklerimin yorgunluğundan fırsat bulmuş, cesurca yüzleşiyorlar güneşle. Yanı başımdaki nehrin dalgası saçlarıma dokunmuş. Kahon sesi kulaklarımda. Ne beklediğim birisi ne de yetişmem gereken bir yer var. Sanki güneş hiç teslim olmayacak geceye, rüzgar hiç yorulmayacak bedenlere toslamaktan. Kaykaycılar hiç öğrenemeyecek iki teker üzerinde artist olmayı. Dilenciler hiç beş parasız kalmayacak. Ve ben ısıttığım merdivenlere bedenimi dayamaktan hiç yorulmayacağım.
Fakat, biliyorum, gök portakal çiçeği renginde utanacak. Sevmek mi sevilmek mi onu utandıran, bilmiyorum. Belki ikisi birdendir.
Güneşin üzerime fırlattığı hülyalı bakışlar yürek burkucu, ama gece de güzel. Kuğular yeryüzüne düşmüş yıldızlarıdır gecelerin. İnsanlar daha cesurdur. Ne kendisini sallandıran Kafka’yı görürsün, ne de hemen yakınındaki sokakların birinde yerden sana doğru cana gelmiş gibi bakan korkutucu cansız mankeni. Prag, arnavut kaldırımlı bir makete dönüşür. Efrasiyab’ın hikayesine ben, Prag’ta başlarım.
