Çamurdan bedenimin bozkırında taze, kıpkırmızı bir kuşburnu gibi açtı kalbim. Dikenleri kaburgalara evrildi, kökleri toprak altından çağlayan kan nehirleriyle bir olup doğurgan vahaları çalı çırpıyla gizledi. Tohumlarını etrafa serpti; kızarık yanaklar, uzun uzuvlar ve tombul parmaklar büyüttü.
Aşka gebe bu toprakları çeşit çeşit yolcu ziyaret etti. Hepsi eşsiz sandıkları vahanın süt gibi köpüren nehirlerinde doymaya meraklıydı. Ve yine hepsi de iz bırakmak konusunda ısrarcı davrandı. Kimi çöpünü kimi sevgiyle yeşerttiği tohumları bıraktı ardında. Önce doyumsuzlar silindi vahadan, gölgesini esirgedi ağaçlar, apaçık çarpıldılar. Açlığına mağlup olup dolu karnına yere serilenler, seraplara kapılıp dönüş yollarında kayboldu. Deneyimli gezginlereyse aradıklarını göstermedi vaha ve onlar da ne yitirdiklerini bilemeyecek kadar zavallı, terk ettiler.
Ancak vahanın ilerisine çıkacak kadar cesur olanlar tepelerin ardındaki kuşburnunu görebildi. Yalnızca onlar, kekremsi fakat tatlı kırmızıya boyayabildi dudaklarını. Nazende toprakların aheste alevinde kavrulanlar, kül olup toprağın altında güm güm vuran öze yaklaşabildi. Sadece seçilmişler aşkı peydahlayabildi.
önce kekremsi öp sonra doğur beni 😉