Kelimeleri bir küfeye tıkıyorum. Ağırlaştıkça, yavaş yavaş akıtıyorum. Yine de taşıyor ve etrafa yapış yapış saçılıyorlar. Kendimi oldum olası hiç anlatamadım zaten. Nerede susmak gerekir sahi? Söylenen her fazla kelime anlatmak istediklerimden çalar; söylemediklerimse içimde pişmanlıkla kalır.
Elime bir fırça aldım. Renkler taşsa da tuvalin dışına, zararı yok. Olan en fazla boyaya olur, ziyan olur. Olur, olur da, neden ki, ziyan olmasın işte!. Daha anlatamadan kendimi, azarlamaya başlarım. O zaman da Mahmut’u düşünürüm, gökyüzünü maviye boyamak ziyan etmez de, benim taşırdığım iki fırça darbesi mi ziyan eder? Ben yaparsam ziyan, Mahmut dalga geçerse keyifli bir betimleme. Çifte standart!.. Sığdıramıyorum renkleri tuvale. Fırçanın ucundan kaçıp etrafa saçılıyor rengarenk boyalar. Yine kendimi anlatamıyorum.
Müzikten anlamam. O yüzden müziğe hiç başvurmuyorum bile.
Anlatamadım kendimi yine. Zihnim haliyle kaldı mı koca bir kozmos gibi! Söylemediklerim göktaşlarına bindi, yokluktan yokluğa can hıraş bir yolculukta. Onlar da gidince, geride Dünya’ya sıkışmış yalın ifadelerim kalır. Anlatasım da kalmaz kendimi. Koltuğuma oturur bir kadeh vermutla yakarım içimdekileri.
