Çat kapı aşk//

Evin kapısı çaldı. Belli ki ısrarcı biriydi çünkü apartmanın kapısını bana çaktırmadan geçmiş ve evin kapısına dayanabilmişti. Apartman kapısındaki zili çalsaydı, belki de içeri almazdım onu.
Keyif benim değil mi, ister alırım ister almam.
Ev benim değil mi? İster alırım ister almam mı?
Üzgünüm, apartmanın ağır kapısını kırk haramileri kıskandırır bir rahatlıkla aşabildiyse, evime girmeye de hak kazandığını düşünüyorum. Hak hukuk mutlaktır, istemesem de içeriye buyur ettim yabancıyı.

Kapıyı açanın ben olduğumu gördüğünde, bir tereddüt etti. Kapı numarasını aradı gözleri duvarda. Duvarda ona geldiği yer hakkında ipucu verecek bir işaret aradığına göre, belli ki müstakil evlere girip çıkmışlığı çoktu. Fakat bu sefer giriş katta da olsa, apartmandaki bir evin açılmış kapısının önündeydi. Haliyle ne duvarda işaret vardı ne de kapının üstündeki “9” numarasının ona göz kırptığını profilden seçebilecek bir konumdaydı. Bir isim ve soy isimi ağzına alacak gibi oldu ama görmeyi beklediği kişi benden çok farklı olmalıydı ki şaşkınlığı komik ve popüler pop şarkı nakaratları gibi anlamsız sesler çıkarmasına ve pop kültürü tarafından bilinmeyecek de olsa, bu alana kıymetli bir katkı sunmasına vesile oldu. Pop müziğe eşik atlatacak bu homurdanma ve mırıltı anlarını paylaşan iki kişiydik, iki sırdaştık, onu kapıdan geri çevirmem, tabi ki de, düşünülemezdi artık.

İçeri buyur ettim. Duymadı. “Lütfen!” dedim yumuşak kadife sesimle. Kırmızı rujumu üst dudağımın üçgenini görmezden gelerek, yay gibi sürmüştüm. Dudaklarım adeta bir lolipoptu ve bunu hala fark etmediği için ona kırılmaya başlamıştım bile. Tepkisiz kaldığı her milisaniye, ona kırgınlığım kızgınlığa evriliyordu.
Nasıl kadife sesimi duymaz?!
Nasıl lolipop dudaklarımı görmez!
Nasıl hala içeri girmez?
İçeri girmez mi?!!!
Sahi, hala dışarıdaydı. Bu Tanrı misafiri adımını hala eşikten içeri atmamıştı. Eski karateciydim. İnsanların hassas noktalarını bilirdim ve az eforla çok güçlü etkiler yaratmakta adeta ustaydım. Bu misafirin hassas noktası onca şaşkınlığa rağmen elini cebinden çıkarmadığı koluydu ve onun için ani fakat benim için usta bir hareketle üçgen yapmış dirseğinden tutup onu eve doğru kibarca çekerek(!), içeri bir defa daha buyur ettim. Gövdesinin üst kısmıyla alt kısmının hareketlerinin frekans farkından olsa gerek, görünmez bir engele çarparcasına tökezledi, bedeninde Meksika dalgasını dikey eksende tamamladı. Dengesini yitirecek gibi oldu ama doğrulmayı başardı. Doğrulurken onunla temasımızı da istemsizce(!) kopardı. Elim havada, Popstar Bayhan eli gibi kaldı.

Ama efendim, bu kadarı da artık fazla değil miydi?! Bedeni bana doğru çekilirken beynin meydan okuması da neydi?! Onu bu ıstıraptan kurtarmamı beklediğine emindim. Yakışıklı koca gövdesi hem ağırlık hem de hacim olarak beyninden daha büyüktü. Hem beyni yeterince işlevsel de sayılmazdı, sonuç olarak onu bu tuhaf duruma sokan beyni değil miydi? Bedenini özgürleştirmek için beyinden kurtulmak gerekiyordu. Bahsetmiş miydim? Eski bir münazaracıyım aynı zamanda. İnsanların zihnini avucumun içine almasını çok iyi bilirim. Rakiplerimin kalbini az kırmamıştım gençliğimde. Gözü yaşlı, “ama ben, ben haklıyım” diye feryat figan eden kalbi kırık yarışmacıların intikam listesinde 1 numaraya taht kurmuştum uzun bir süre. Varlığım camiada mizacıma ve hassas kalbime inat korku imparatorluğu yaratmaya başladığında, hala çocuk kalmayı başarmış temiz ve iyi kalbimden dolayı bu hobimden vazgeçerek münazaranın ülkemizde gelişmesine ön ayak olmuştum. Nihayetinde, kapıdaki bu yakışıklının beynini kibarca ve itinayla eritmek benim meziyetim olmayacaktı da kimin olacaktı tabi ki?! Hemen bir strateji oluşturdum ve ilk bombayı patlattım: “Dal sarkar kartal kalkar tarkan haklar kurt yalpalar. Ok yaylar nerede mağaralar yarasalar hoplar oy yaylalar, yaylalar.” . Bu atağımı az bir zayiatla atlatmayı başaran yakışıklının beyni sandığımdan daha çok saygı hak ettiğini kanıtlamıştı. Bu yüzden zaman kaybetmeden ikinci bombayı ateşledim: “Kırmızı bir kuştur soluğum,” diye fısıldadım, lolipop dudaklarımın arasından kadife kırmızı nefes alış verişlerimi hızlandırırken. “Çorak bozkırında saçlarının” diye devam ettim, gerçekçiliğimden ödün vermeyerek. Cemal Süreya bu küçük söz oyunlarına alınmayacaktır nasılsa. Emel Sayın sesim ve Türkan Şoray bakışlarımla bitirici darbeyi indirdim: “ Yabancıyız, zamanımız çok kısa; Dörtnala sevişmek lazım.”. Bu saldırıdan da sapasağlam çıkmasını beklemiyordum. Fakat görünen oydu ki, erken yaşta kaybettiği saçlarının acısı onun için hala tazeydi ve bana kırılmıştı. Kalbi kırık münazaracılar geldi aklıma tekrar. Münazara gücüm çok büyüktü, hiçbir kalp karşımda bütün duramıyordu. Kahrolası gücümün kurbanı olmayı reddettim! Hızlıca taktik değiştirdim.

“İstemiyorsan gelme!”, dedim. Lisede bu taktik çok işe yaramıştı. Toz tutmayan kafasına bu kadar kırılacak bir yakışıklıyla baş etmenin, görünen o ki, tek yolu lise defterlerini açmaktı. Sözler tek başına yeterince etkili olmaz kaygısıyla bir de omuz silktim. Mest edici yasemin kokulu parfümün difüzyonunu bu hareketle hızlandırmak da istemiştim. Baş döndürücü çekiciliğimin onu sersemlettiğini görebiliyordum. Devrildi devrilecek gibi iki adım attığı geriye doğru. Oysa onu bu kadar sarsmak istememiştim. Kapıma gelen bu eriyik beyinli genç bedeni içeri buyur etmekten öte bir niyetim yoktu.
Onu kendime aşık mı etmiştim yoksa? Karşılıksız aşkının kurbanı olmak istemiyordum. Bu aşk ebediyen bitmeliydi. Karşılık bulamayan aşık bir kalbin mesuliyetini alamayacak kadar narin bir kadındım. Düşünceler beynimi, bana duyulan aşksa kalbimi, adeta boğuyordu. Tam o sırada apartman kapısının ağır cüssesi tüm binayı sarsarak güm diye kapandı.

Dehşetle kaçması ve benim bunu fark etmem arasında çok az zaman vardı. Onu sarstığıma mı yanmalıydım, ondan kurtulduğuma mı sevinmeliydim? Karmaşık duygular denizinde bir gün daha debelenmek üzere, içeri girip evin kapısını kapattım.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *