Salına salına, kalçamı savura savura yürüyorum. Her adımımda sonbaharın terk ettiği sarı yaprakların can çekişini duyuyorum. Siyasi akıma ayak uydurup yapraklarla ve eski aşklarımla helalleştim ve sahile iniyorum. Kandilli’nin orman kokusu dolmuş Bebek koyuna. Şileplerden kaçan dalgalar ayaklarımda dağılıyor. Üzerime sinen deniz kokusuyla bir yosuna dönüşüveriyorum. Muzip güneşin oyunlarından birisi bu, bir yeşile bir maviye çalıyor rengim. Şaşkına dönen balıklar bir bir oltalara takılıyor. Balıkçılar balıkların çırpınışını boğulmalarından sansa da, balıklar korkuyla karışık şaşkınlıktan hıçkırıyor yalnızca.
Her zaman gözüm yükseklerdeydi. Ya albatros olmak istedim ya da paraşütle Konya Ova’sını geçmeyi hayal ettim. Oysa, denizler hep daha zengindi ama daha ulaşılabilirdi. Eski aşklarımla bir daha helalleşip bu sefer içerideki güzelliğe odaklandım. Evet, artık ben bir yosundum ve bir yosun için hayat oldukça konforluydu.
Öncelikle, hayatın akışta kalmaya çalıştığın bir meydan okuma değil, akışın kendisiydi. Bütün yosunlar, bir kaya ya da Boğaz’daki doldurma direkleriyle iyilik ve hastalıkta birlikte kalma yemini ederek kendilerini esir etmiş olsalar da, ben onlar gibi değildim işte. İlk olarak, kendimi Arnavutköy açıklarına doğru, akıntıya bıraktım..
İkinci güzel şey ise, bir yosunu yalnızca zararsız ve av olan balıklar severdi.. Ne balıkçılar ne köpek balıkları.. Mezgitlerin favorisi olduğumu şimdiden söyleyebilirdim, ve ufak ufak acıtmadan seviyorlardı beni. Yine de aramızdaki bu toksik ilişkiyi sonlandırmak için açık denizlere açılmalıydım. Bu fikrime mezgitler başta çok karşı çıktı tabii, ama beni ‘orijinal bu!’ diyerek yaftaladıktan sonra diğer yosunlara gidiverdiler hemen. Bu noktada eski aşklarım da benimle helalleşse fena olmazdı hani.
Üçüncü şey ise, bir balinayla yolculuk yapabilirdim artık. Aydın’dan bu yana, güzide kentimiz Sinop’un gördüğünden bu yana, bizim sularımıza bir balina uğramamıştı. Açık denizler de değil, okyanuslara gitmeliydim. Marmara Denizi’ne geldiğimde, Kolombiya bayrağı olan bir şilepe takıldım. Uzun günler ve geceler boyunca yol aldık. Neyse ki Kolombiya’ya giden bir araç seçmiştim, bütün yolculuk kafam iyi gittim de ne dalgalar ne de zalim caretta carettalar canımı sıkabildi.
Panama kanalını ufukta gördüğümde, Karayip Denizi’nde olduğumu anladım ve atladım şilepten. Burada çok ilginç balıklar olduğunu duymuştum. Sıcacık bir denizdi, güneşi de boldu.. Doya doya fotosentez yapıp turladım yatlarla. Kırmızı mercan kayalıklarından geçerken balıkların ilgisine mahzar oldum. Küçük küçük ısırıklarla gıdıklayıp durdular.
İki aya yakın kaldım. Her şey kolaydı burada, günler keyifliydi. Her rengi vardı hayatın. Öyle sevmiştim ki.. Bir gün kasırga geldi. Kayaların altına saklandım ve tam iki gün boyunca aç bekledim. Her yer bulanıktı, bağırışlar çağırışlar.. Aşağılara kaçanlar, büyük balıklara yem oluyordu. Kaçmayanlar ise korku filmlerinde şeytanın göğe yükselişi gibi sudan uzaklaşıyor ve kayboluyordu.. Kaçanların ölümü neyse ki acısızdı.. İşte o zaman fark ettim.. Hareket etmeliydim.. Kaldıkça, çaresizce teslim oluyordun hayata. Oysa ben hayata karışmak için çıktım bu yolculuğa.
Karayip Denizi’nden doğuya doğru çıkıp Arjantin’e giden bir şilepe takıldım bu sefer. Ekim ayıydı ve Kasım gibi balinalar Arjantin’in güneyine gelmeye başlayacaklardı. Yolculuğum sırasında, balinaları birlikte görebileceğim birisini hayal etmiştim. İlla bir yosun olmasına gerek yoktu bu kişinin, kırmızı bir mercan da olabilirdi ya da bir istiridye. Ufak tefek maceralardan sonra, Rio’ya kalbim kırık vardım. Tek başınalık yalnız hissettirmeye başlamıştı. Ipanema plajındaki insanları izlerken, birisi çarptı gözüme. Tek başınaydı, eşyalarını katlayarak bir kum tepesine bıraktı. Sonra bacakları titreye titreye denize doğru ilerledi. Çok geçmeden iri bir dalga göğsüne gümledi. Önce şaşırdı ve bir iki adım geriye doğru sendeledi. Yüzü ciddileşti ve adeta bütün okyanus pür dikkat onu izliyordu. Dalgalar yavaşladı. Kuşlar pike yaparken yükseldi. Ve birden kahkahalarla gülerek ‘Gönder gelsin!’ dedi okyanusa. Öncü dalgaların üzerine atlayıp köpüklerinde deniz kızı gibi oynamaya başladı. Kahkahası okyanusun sesine karışmıştı.. Tek başınaydı ve bir başkasının onu izlediğini bilmeden, yaşadıklarının yalnızca kendisi keyfini yaşıyordu.
Hemen güneye inen bir şilepe atladım. Patagonya’ya az bir yolum kaldı artık. Buraya kadar kaç şilep değiştirdiğimi, kaç köpek balığı ve güneş balığı ile karşılaştığımı sayamadım bile. Yolculuğum öyle ilginç bir hale geldi ki, balinaları bulmaktan korktuğum bir haldeyim. Tatlı bir endişe bu. Yolculuğa devam etmekle hayallerini gerçekleştirmek arasında bir gel-git bu. Fakat yine de, ne olursa olsun, balinalara gideceğim. Sonrası ise.. sonra..